Nuray Yeşilaraz’ı bu yıl 52. Antalya Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü almasıyla tanıdık. “Kalandar Soğuğu” filminde Karadenizli bir kadını canlandıran Yeşilaraz’ın da aslında bir Karadeniz kadını olduğu sahneye çıkar çıkmaz konuşmasından anlaşıldı. Hikayesinin şaşırtıcı olan kısmı, Trabzon’daki bir Hastanede uzun yıllardır hemşire olarak çalışmasıydı. Kendisi de ödül konuşması yaparken “Ben aslında hemşireyim ve burada olduğuma çok şaşkınım” dedi.
Festival sonrasında hemen Yeşilaraz’ı aradım ve röportaj yapmak istediğimizi söyledim. Sağolsun bize vakit ayırabilmek için nöbetini değiştirdi. Sonradan öğrendik ki bir yıldan fazla süredir hayatı nöbetini değiştirmekle geçmiş. “Ben bu ödülü aldıysam bunda başhekimim başta olmak üzere tüm hemşire arkadaşlarımın payı çok büyük” diyor. Ödülü hastanedeki hemşire odasında duruyor zaten. Çalışma arkadaşlarına desteklerinden dolayı “Hadi beş dakika da ödülü sen tut” diye takılıyor.
Memleketi Trabzon’da haber sıcağı sıcağına yayılıyor. Yerel gazetelerin köşe yazarları Nuray’dan “Trabzon’un gururu” diye bahsediyor. Trabzon Sanat Evi ise gazeteye kutlama ilanı vermiş.
Sanat evinin bahçesinde buluştuk Yeşilaraz’la. Önce çekingen olduğunu düşünsem de bir süre sonra açıldı ve tipik bir Karadeniz kadını olarak esprileriyle bizi epey güldürdü. Birlikte çalıştığı hastaneye de gittik, onu gören hastalar koridora döküldü. Tebrik etmeyen yok. Öyle ki telefonu hiç susmuyor.
“Trabzon’un farklı bir imajı olsa da sanatsever bir şehirdir” diyor. Şehir Tiyatrosu’nda 10 yıldır amatör olarak oyunculuk yapıyor, bir yandan da sosyoloji okuyor. İşte Nuray Yeşilaraz’ın azim dolu hayat ve Altın Portakallı kadın oyuncu olma hikayesi...
-Oyunculuğa ilginiz hep var mıydı?
Asıl mesleğim hemşirelik olmasına rağmen tiyatronun çocukluğumdan beri bende özel bir yeri olmuştur. Uzun yıllardır geçimimi hemşirelik yaparak kazanıyorum ama sahnede olmak içimde ukde kalacaktı. Bir gün bir tiyatro kursunun anonsuna kulak verip 10 yıl önce oyunculuğa ilk adımımı atmış oldum. Daha sonra yarı profesyonel yarı amatör bir tiyatro olan Trabzon Şehir Tiyatrosu’nda devam ettim.
“İzin konusunda evdeki hesap çarşıya uymadı”
-Hemşirelik yeteri kadar yoğun ve stresli bir meslek; tiyatroya vakit ayırmak kolay olmamıştır o halde...
Evet. Bir yandan hastanede nöbet sistemiyle çalışarak yoğun iş yükü ve stresli bir meslek sahibi olmak bir yandan da yine meşakkatli bir iş olan tiyatro oynamak ve ikisini bir arada yürütmek kolay olmuyordu. Ama derler ya, “Sahne tozunu bir kez yuttun mu bir daha bırakamazsın” diye, bende de aynen öyle oldu.
-“Kalandar Soğuğu” filminin kadrosuna nasıl dahil oldunuz?
Kültür Bakanlığı ve Euroimage desteği alan “Kalandar Soğuğu” filmi amatör ya da profesyonel tüm oyuncuların kadrosunda yer almak istediği bir yapım. Ben de oyuncu seçmelerine katıldım. Tercih edilmek sevindirici ve gurur verici bir durum tabii. En sonunda Altın Portakal ödülünü almak daha da büyük bir sevinç ve heyecan. İnanılmaz bir şey oldu benim için.
-Daha önce filmin yönetmeni Mustafa Kara’yla röportaj yapmıştım ve kendisi çok zor şartlarda filmi çektiğinizi anlatmıştı... Dört ayrı mevsimde geçen bir film için asıl mesleğiniz olan hemşireliğe ara mı verdiniz?
Filmin çekimleri aralıklı olarak dört ayrı mevsimde yapılacaktı. Durumu yöneticilerimle paylaştım. O dönemdeki hemşire müdiremiz Esma Coşkun’un çok hoşuna gitti ve yıllık izinlerimi filmin çekim dönemlerinde kullanabileceğim konusunda esneklik göstereceği sözünü verdi. Gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Yıllık izinlerim tükendi, üstüne üstlük hastane yönetimi değişti. Çalışma saatlerimin, nöbet listemin çekim günlerine göre programlanması gerekiyordu. Neyse ki yeni başhekimimiz Prof. Dr. Celal Tekinbaş sanatla ilgilenen ve sanata saygı duyan biri olunca gerekli desteği sağlayacağını söyledi. İki yöneticime de buradan tekrar teşekkür etmek istiyorum. Özellikle de hemşire arkadaşlarıma.
“Çekimlerde doğa ve iklim koşulları çok zordu”
-Çalışma arkadaşlarınızın bu denli destek oluşu sizi rahatlatmıştır.
İzin başhekimden olunca ben de rahatladım tabii. Rahatlamasına rahatladım ama Karadeniz Bölgesi’nin doğa ve iklim koşullarının çetinliğinin yanında filmde hayvanların, down sendromlu kontrolü zor bir çocuğun olması gibi nedenlerle çekimler uzadıkça uzadı. “Bugünkü nöbetimi yarın akşamla değişebilir miyim?” veya “Bu hafta şu günlerde çalışabilir miyim?” gibi taleplerim bitmek tükenmek bilmedi. Hem ben rica etmenin mahcupluğundan bıkmıştım hem yöneticilerim hem de mesai arkadaşlarım sık sık çalışma günlerinin, nöbetlerinin değiştirilmesinden bunalmışlardı. Zaten hemşirelik Türkiye’deki sağlık sisteminin çalışma şartlarında severek yapılsa da insanı 10-15 yılda bedenen ve ruhen tüketebilen bir meslek. Hasta birey ve ailelerine hizmet vermenin nöbetli ve vardiyalı çalışmanın insanların psikolojik, fizyolojik sağlıkları, sosyal yaşamları ve aile yaşamlarının üzerindeki olumsuz etkileriyle baş etmekte tükenen meslektaşlarım beni ne kadar idare edebilirlerdi ki...
-O kadar da kolay olmamış anlaşılan...
İki tarafın sorumlululuklarını yönetmek hiç kolay olmadı. Filmin çekildiği dağ köyünde kaldık devamlı. Yönetmenimiz çok iyi bir tercih yaptı aslında. İstanbul’dan gelen bir oyuncu o kadar uzun süre o zorlu koşullarda kalamazdı. Kısacası yaşamımın en stresli günlerini, aylarını yaşadım. Fakat filmi yarıda bırakamazdım. Ve şimdi diyorum ki “Tiyatroyla başladığım bu yolculukta iyi ki her türlü güçlüğün üstesinden gelmeye çalıştım, iyi ki şevkimi, heyecanımı, azmimi kaybetmeden özveriyle devam ettim”.
“Hanife benim yabancı olmadığım bir karakterdi”
-Kamera karşısında ilk deneyiminizdi. Hanife karakterine nasıl hazırlandınız?
Hanife karaketeri yabancı olmadığım bir karakterdi aslında. Babam köy öğretmeniydi ve çocukluğum köyde geçti. Yani hep tanık olduğum o çalışkan, vefakar, çileli, yalnız ama bir o kadar da dirençli ve güçlü Karadeniz kadını. İlk kez kamera önünde olacaktım. Kamera önünde rolümün hakkını vererek oynayabilecek miyim, yapabilecek miyim diye kaygılanmaya başladım tabii. Fakat bana bu şansı tanıyan yönetmenimin verdiği cesaretle, sevinçle, heyecanla çekimlere başladık. İlk günün sonunda “çok iyiydi” demesiyle ben Hanife’ydim artık. Oyunculuğumun Altın Portakal En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görülmesinde en iyisinin olması için sabır gösteren, ince eleyip sık dokuyan sevgili yönetmenim Mustafa Kara’nın katkısı çok büyük tabii. Kendisine çok teşekkür ediyorum.
“Down sendromlu çocukları hayata dahil etmemiz lazım”
-Filmde bir de down sendromlu çocuğunuz var. Vaktinizin birçoğunu onunla geçirdiniz. Neler yaşadınız?
İlk duyduğumda benim içim kaldırmaz, çok üzülürüm demiştim ama sosyal sorumluluk adına sadece down sendromlu değil, birçok engelli çocuğumuzun bu tip işlerde aramızda olması gerektiğini düşünüyorum. Onları hayata dahil etmemiz gerekiyor. Ailelerin saklamaması lazım. Ben gerçekten ödülü sahnede o çocukla birlikte almak isterdim.
-Bu sezon tiyatroya devam edecek misiniz?
Bu sezon da yokum. Tiyatronun hakkını tam anlamıyla verebilmem lazım. Şu anda açık öğretimde sosyoloji okuyorum. Üçüncü sınıftayım ve biraz ona ağırlık vermem gerektiğini düşünüyorum. Zaman olarak yetemiyorum şu an. Önümüzdeki sezon muhakkak devam ederim.
“Bir şeyi en mükemmel haliyle yapmalıyım yoksa bulaşmam”
-Bundan sonrası için planlarınız nedir? Ne düşünüyorsunuz?
Ben bir şey düşünmüyorum. Düşünenler beni bulsun dermişim! Şaka bir yana hemşirelik benim geçimimi sağladığım bir meslek. Fakat durum projeye göre değişir. Ücretsiz izin alma hakkımı kullanabilirim. Tekliflere tabii ki açığım. Hemşirelik o kadar kolay bir meslek değil. Kaç yıldır çalışıyorum hâlâ nöbetten çıkamadım. Stresi çok fazla.
-Oyunculuk da kolay değil bir yandan. Siz de deneyimlediniz.
Burada tiyatroyu bir hevesle yapıyorum açıkçası. Kazandığınız para yolda gidiyor. Maddi bir karşılığı olmamasına rağmen severek yapıyorum. Tiyatronun da şartları kolay değil tabii. Farklı rollere girip onun hakkını verebilmek gerekiyor. Benim yapım da öyle aslında, bir şeyi en mükemmel haliyle yapmam gerekiyor. Yapamayacaksam hiç bulaşmam.
“Ödülü ben alınca babam koltuktan fırlamış”
-Ömrünü sinemaya adayıp da Antalya Film Festivali’nden ödül alamayan oyuncular var. Siz emeğinizin karşılığını çok değerli bir ödülle aldınız. Adınızı duyduğunuzda ne hissettiniz?
Açıkçası çok şaşırdım. Sahnede ödülümü alırken de söyledim zaten, orada olduğuma çok şaşkındım. Hâlâ da öyleyim. Bu kadar değerli bir ödüle jüri beni layık gördüğü, ünlü olmadığım halde gözden kaçırmadığı için çok mutluyum ve hepsine çok teşekkür ederim. Çevremdeki insanların sevincini gördükçe ne yaşadığımı anlamaya başladım aslında. Çok garip bir durumdu benim için, bir Sabah hastanede nöbetteyim, bir akşam kırmızı halıda.
-Trabzon’a döndüğünüzde neler oldu? Aileniz, çalışma arkadaşlarınız neler söyledi?
Ödülü aldığımda babam koltuktan fırlamış. Evdeki herkes havalara zıplamış. Özellike o çektiğim zahmeti en iyi onlar biliyordu, karşılığını almama da en çok onlar sevindi diyebilirim. Trabzon’da sanatla ilgilenen yaklaşık 10 tane tiyatro grubu var. Her ne kadar başka bir imajımız olsa da bir yandan da sanatsever bir şehir Trabzon. Telefonlarım susmadı döndüğümden itibaren. Kimisi “ağlayarak izledim”, kimisi “çığlıklar attık” dedi. Onların mutluluklarını gördükçe heyecanım daha çok arttı. Döndüğüm akşam nöbete gittim, arkadaşlarım bana sürpriz yapmışlar. Pasta ve çiçek alıp sahnede ödülü aldığım anın fotoğrafını çekip tişört bastırmışlar. Herkes çok mutlu oldu.
MİLLİYET