Her ne kadar ismini Roma İmparatoru Ağust’dan alsa da, milli tarihimizin şan ve şerefle dolu zaferlerinin bu ay içerisinde vukuu bulmasıyla gönüllerimizde ayrı bir yere sahiptir Ağustos ayı. Sadece muazzez milletimizin değil dünya milletlerinin geleceği üzerine etkileri olan nice seferler bu ayda başlamış, tarihe altın harflerle kazınan zaferler Allah’ın izni inayeti ile bu ayda müyesser olmuştur. Sıcağı ile her ne kadar bizleri terletse de, aziz ecdadımızın şanlı zaferleri gönlümüze ferahlık verir her daim. Hadi hep birlikte şanlı tarihimizde biraz gezintiye çıkalım. Bu zaferler arasında Anadolu’nun yurt oluşu ve yurt kalışını sağlayan zaferlere gidelim. 1071’e gidelim önce. 1071 yılının Ağustos ayının 26. Cuma gününe yani.
Orta Asya’nın bozkırlarından cihana adalet ve huzur dağıtmak için yola çıkan oğuz boyları Kızılelma’ya diyerek Anadolu’ya yönelmişler ve akın akın bu toprakları ihya etmenin izini sürmektedirler. Kalplerinde iman, dillerinde tekbir, ellerinde ilay-ı kelimetullah sancağı taşıyan bu şanlı ordu, her geçen gün yeni zaferler elde ederek Anadolu içlerine doğru emin adımlarla ilerlemektedir. Selçuklu tehlikesini fark eden Bizans imparatoru Diogenes, elindeki tüm imkânları kullanarak yaklaşık 200 bin kişilik bir haçlı ordusu tertip eder. Amacı, bu güçlü ordu ile Selçuklu ordusunun üzerine saldırmak ve problemi kökünden halletmektir. Kalbinde Allah korkusundan başka bir korkuya yer olmayan Selçuklu sultanı Alparslan Han, Mısır üzerine giderken durumu haber alır ve yönünü Malazgirt’e çevirir. Türk ordusu yaklaşık 50 bin kişidir. Bizans imparatoru Diogenes, Malazgirt kalesini işgal etmiş ve buradakileri kılıçtan geçirmiştir. Aylardan Ağustos günlerden Cuma’dır. Cuma namazının akabinde “ölürsem kefenim olsun” dediği beyaz elbisesi ile askerin karşısına çıkan Alparslan Han şöyle der;
“Ben, müslümanların camilerde bizim için dua ettikleri bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Gelir gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş olur, yenilirsek şehit olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım. Benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler.” 50 bin kişilik Türk ordusundan tek bir ferdin kalbinde korkudan eser yoktur. Çünkü onlar “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve savaşta ayaklarınızı sabit kılar” ayetine yürekten iman etmişlerdir. Bunu müşahede eden büyük sultan ilk hücumu başlatır. Kalplerindeki iman ve cihad şuuru ile yürekleri bir çarpan 50 bin kişi kendilerinden sayıca kat kat fazla olan haçlı ordusu karşısında efsane bir zafer elde eder. Bizansın gücü kırılır ve Anadolu’nun kapıları şanlı ecdadımıza sonuna kadar açılır.
Ve yaklaşık 850 yıl sonra.
1071 yılında Malazgirt’te karşı karşıya gelen iki tarafın torunları, yine aynı topraklar için karşı karşıya gelir. Haç ile hilalin bitmeyen ve kıyamete kadar da bitmeyecek olan mücadelesi tekrar alevlenir. Olimpos dağının çocukları dedelerinin intikamını almak için hasta adam olarak gördükleri ecdadımıza adeta bir sırtlan kümesi gibi saldırır. Trablus ve Balkan savaşlarıyla başlayan süreç I. Dünya Savaşı ile varlık yokluk mücadelesine döner. Yok etmeye gelenlere karşı var olma mücadelesi veren şanlı ecdadımız topyekün bir Kurtuluş mücadelesi başlatır. Bu süreçte maşa olarak kullanılan Yunanlılar, tarihten gelen kuyruk acılarını da telafi etmek adına her türlü imkânla saldırır topraklarımıza. İki taraf arasında gidip gelen sonuçlar neticesinde şanlı ecdadımız 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesini kazanır.
Bu öyle bir mücadele olmuştur ki, eğitimli subay kadrosunun yaklaşık %60’ı şahadete yürümüştür. Ancak önemli olan vatanın sağ olmasıdır. Yunanın taarruz gücü kırılmıştır. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, son bir taarruz ile düşmanı vatan topraklarından atmak için gizliden gizliye planlamasını yapmıştır. Malazgirtteki ecdadın hissiyatı ile hissiyatlanmış, tüm imkânsızlıkları yüreklerindeki iman aşkı ve vatan sevdası ile imkâna dönüştüren şanlı Türk ordusu, ya istiklal ya ölüm demektedir. Yine bir Ağustos ayının 26. Günüdür. Başkumandan şanlı Türk ordusuna taarruz emrini verir. Ya istiklal elde edilecek ya da sonu şahadet olacaktır. Kalbimde iman dilinde tekbir sadaları ile değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli diyenler, Allah’ın yardım ve inayeti ile yine muzaffer olmuş, Anadolu’nun bir Türk yurdu olduğunu tüm dünyaya tekrar haykırmıştır.
İşte Ağustos’un bizdeki yeri böyledir. İlk gününden son gününe kadar bütün günleri kutlasak yine de azdır. Tarihinden güç almak isteyen Ağustos ayında yaşananlara baksın. Ecdada baksın. Nice azlıklara rağmen nice çokluklar üzerine galip gelmiş olmalarının sırrı üzerinde düşünsün. Bu ay bize tarihimize ve şanlı ecdadımıza karşı vefa borcumuzu hatırlatır. Bugünlere nasıl geldiğimizi, tarihsel süreç içerisinde ne bedeller ödediğimizi haykırır her birimize. Bu çağrıya kayıtsız kalmamak, özgürce nefes aldığımız şu güzel vatanı bizlere bırakanlara karşı en büyük sorumluluğumuzdur.
Peki, ne yapacağız?
Farklılıklarımızı hoş görecek ve ortak değerlerde birleşeceğiz. Hamasi söylemleri bir kenara bırakacak; gönül coğrafyası sınır tanımayan muazzez milletimizi ve cennet vatanımızı, inancımızın ve tarihimizin işaret ettiği noktaya ulaştırmak için fikrimizi ve zikrimizi, çalışmaya ve üretmeye endeksleyeceğiz. Dün ecdadımızın kılıçla, kalkanla, topla, tüfekle verdiği ve zafere ulaştırdığı mücadeleyi bugün bizler ilimle, irfanla, bilimle, teknolojiyle zafere ulaştırmak durumundayız. Bulunduğumuz mevkiler, mevzilerimizdir. Her birimiz mevzilerimize hakkıyla sahip çıkmakla mükellefiz. Bu mükellefiyet, vatanı canıyla kanıyla bize yadigâr bırakan ecdada bitmez vefa borcumuzdur bizim. Böylesi bir şuur ile şuurlanmak için Ağustos ayının gayet ideal bir zaman dilimi olduğuna inanıyorum. Gelin, millet olarak bu Ağustosu boş geçmeyelim.
Selam ve muhabbetlerimle.