“Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma” olarak tanımlanan “algı” kavramını gündelik hayatımızda sık sık duyuyoruz. Özellikle de düşünülmesi istenen yöne doğru itme/yönlendirme olarak tabir edilen “algı yönetimi” ya da “algı operasyonu” gibi tamlamalarla çıkıyor karşımıza. Reklam-pazarlama, siyaset, halkla ilişkiler ve askeri alanlar başta olmak üzere birçok alanda kitlelerin psikolojilerini yönlendirmek adına adeta bir silah olarak kullanılıyor.
Konumuz, klişe bir konu olarak görülebilir. Aslında bu mevzuyu klişe olarak görüyor olmamızı da algılarımız üzerindeki oyunlarının bir neticesi olarak değerlendiriyorum. Öyle ya da böyle realite şu ki; algılarımızla oynuyorlar. Hepimiz bir şekilde algı oyunlarının kurbanı oluyoruz. Medya, basım-yayın ve internet dünyası bu oyunları sergileyenlerin kullanmış oldukları sahneyi teşkil ediyor. Neyi görmemiz isteniyorsa o gösteriliyor, neyi kaçırmamız isteniyorsa da o sahne arkasına alınıyor. Bu şekilde fikir ve zihin dünyamız istenilen yöne kanalize ediliyor.
Birkaç örnek vererek meseleyi biraz daha somut hale getirelim.
Mesela ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz yılın Kasım ayında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak görme vakti geldi dediğinde Müslümanlar olarak ayağa kalktık, meydanları doldurduk ve tepkimizi ortaya koymaya çalıştık. Ancak medya buna ne zaman yer vermeyi bıraktı; Mescid-i Aksa özgürlüğüne kavuşmuş, Kudüs’te işgal son bulmuş gibi hissettik ve meseleyi önümüzdeki 14 Mayıs’ta Amerikan Başkonsolosluğu İsrail’e taşınırken medyada yer bulacağı vakte kadar rafa kaldırdık.
Bir ara Arakan’da Myanmarlı Budistlerce yapılan zulümlerin ve işkencelerin medyada yer bulmasıyla meseleye eğildik, acıları paylaştık, elimizden geldiğince yardımları ulaştırdık ve medya yer vermeyi bırakınca mesele çözülmüş gibi o konuyu da rafa kaldırdık. Öyle zannediyorum ki hemen yanı başımızda süren iç savaş dahi medyada yer bulmaya görsün, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi hissedecek ve pek oralı olmayacağız.
Bunlar medyada yer bulduğu halde kısa bir zaman diliminde medyanın yer vermemesiyle gündemden düşen meseleler. Peki, uğradıkları baskı ve zulümler neticesinde medyada hiç yer bulamayan mazlumların hali nedir onu hiç düşün(e)müyoruz bile. Örneğin, Çin’in her türlü baskı ve zulüm ile yıldırmaya çalıştığı, jeopolitik konumu ve yer altı zenginliklerini sömürmek amacıyla öz yurdunda garip öz vatanında parya eylediği ve medyada yer bulamadığı için sahne arkasında kalan ata yurdumuz Doğu Türkistan’ın feryadı…
“Biz dünyada neler olup bittiğini izliyoruz fakat dünya bizim ızdırabımızı görmüyor. Ne kadar da yardımsızız. Bize sadece Allah şahit oluyor ve kendi kendimize şahit oluyoruz” diyen Doğu Türkistanlı annemizin acısını yüreğimizde hissetmediğimizde, siz medyada yer bulamadınız o yüzden sizlerden haberdar olamadık diyecek bir savunma Hakk’ın huzurunda bizi temize çıkarmaya yeter mi zannediyoruz? Ben yeteceğini düşünmüyorum.
Bu örneklere baktığımız zaman yüzeysel gündemlerin algılarımızı esir almasına müsaade etmeden bilinç ve şuur anlamında üst bir seviyede olmamız gerektiğine inanıyorum. Bu gayret isteyen bir durum olduğu için, bu konuyu önemseyecek olanların azınlıkta olacağı kuvvetle muhtemel. Ziyanı yok, yeter ki şuurlu olsun, şuurlu azınlıkların nelere vasıl olduğunu tarih bize gösteriyor. Ama bunun için önce “önemsemek” gerektiğini düşünüyorum. “Bunu yapsak ne değişecek ki” diye düşünmeden o şeyi yapmayı önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Sonra “okumak” gerektiğine inanıyorum. Dinimizin ilk emri “Oku” hitabının muhatabı olduğunun bilincinde olarak medya ve internet dünyasını da içerisine alan, bunlarla yetinmeyip doğru kaynakları ve doğru insanları bulup bunları doğru okumak gerektiğine inanıyorum. Ve sonra da “düşünmek”. Önemsedikleri ve okudukları üzerinde tarihsel misyonuna muvafık şekilde “düşünmek”. Bakmak değil görmek, gördüklerini iyi analiz etmek ve bu analiz neticelerine göre konum almak ancak bununla mümkün bana göre.
Dünya üzerindeki zulümlerin bitmesi, herhangi bir yerde herhangi bir insanın insanca yaşaması adına bunun yadsınamayacak kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bahsettiklerimiz, söylediklerimiz çok uzak bir noktayı ifade ediyor gibi görünebilir. Doğrudur, uzak olabilir lakin imkânsız olmasa gerek. Kaldı ki bu tecrübeyi geçmişte yaşamış bir milletin torunları olduğumuzu unutmayalım.
Yapmamız gereken, algılarımızı algılamamız gerekenlere odaklayarak algı oyunlarının fikir ve zihin dünyamızı sekteye uğratmaması için gayret göstermek, sorumluluk almaktır. Yaptıklarımız kadar yapabilecekken yapmadıklarımızdan, söylediklerimiz kadar söyleyebilecekken söylemediklerimizden de hesaba çekileceğimizi unutmayalım. Bu sebeple algılarımıza sahip çıkmak zorundayız.
Selam ve muhabbetlerimle.
">
“Bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma” olarak tanımlanan “algı” kavramını gündelik hayatımızda sık sık duyuyoruz. Özellikle de düşünülmesi istenen yöne doğru itme/yönlendirme olarak tabir edilen “algı yönetimi” ya da “algı operasyonu” gibi tamlamalarla çıkıyor karşımıza. Reklam-pazarlama, siyaset, halkla ilişkiler ve askeri alanlar başta olmak üzere birçok alanda kitlelerin psikolojilerini yönlendirmek adına adeta bir silah olarak kullanılıyor.
Konumuz, klişe bir konu olarak görülebilir. Aslında bu mevzuyu klişe olarak görüyor olmamızı da algılarımız üzerindeki oyunlarının bir neticesi olarak değerlendiriyorum. Öyle ya da böyle realite şu ki; algılarımızla oynuyorlar. Hepimiz bir şekilde algı oyunlarının kurbanı oluyoruz. Medya, basım-yayın ve internet dünyası bu oyunları sergileyenlerin kullanmış oldukları sahneyi teşkil ediyor. Neyi görmemiz isteniyorsa o gösteriliyor, neyi kaçırmamız isteniyorsa da o sahne arkasına alınıyor. Bu şekilde fikir ve zihin dünyamız istenilen yöne kanalize ediliyor.
Birkaç örnek vererek meseleyi biraz daha somut hale getirelim.
Mesela ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz yılın Kasım ayında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak görme vakti geldi dediğinde Müslümanlar olarak ayağa kalktık, meydanları doldurduk ve tepkimizi ortaya koymaya çalıştık. Ancak medya buna ne zaman yer vermeyi bıraktı; Mescid-i Aksa özgürlüğüne kavuşmuş, Kudüs’te işgal son bulmuş gibi hissettik ve meseleyi önümüzdeki 14 Mayıs’ta Amerikan Başkonsolosluğu İsrail’e taşınırken medyada yer bulacağı vakte kadar rafa kaldırdık.
Bir ara Arakan’da Myanmarlı Budistlerce yapılan zulümlerin ve işkencelerin medyada yer bulmasıyla meseleye eğildik, acıları paylaştık, elimizden geldiğince yardımları ulaştırdık ve medya yer vermeyi bırakınca mesele çözülmüş gibi o konuyu da rafa kaldırdık. Öyle zannediyorum ki hemen yanı başımızda süren iç savaş dahi medyada yer bulmaya görsün, sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi hissedecek ve pek oralı olmayacağız.
Bunlar medyada yer bulduğu halde kısa bir zaman diliminde medyanın yer vermemesiyle gündemden düşen meseleler. Peki, uğradıkları baskı ve zulümler neticesinde medyada hiç yer bulamayan mazlumların hali nedir onu hiç düşün(e)müyoruz bile. Örneğin, Çin’in her türlü baskı ve zulüm ile yıldırmaya çalıştığı, jeopolitik konumu ve yer altı zenginliklerini sömürmek amacıyla öz yurdunda garip öz vatanında parya eylediği ve medyada yer bulamadığı için sahne arkasında kalan ata yurdumuz Doğu Türkistan’ın feryadı…
“Biz dünyada neler olup bittiğini izliyoruz fakat dünya bizim ızdırabımızı görmüyor. Ne kadar da yardımsızız. Bize sadece Allah şahit oluyor ve kendi kendimize şahit oluyoruz” diyen Doğu Türkistanlı annemizin acısını yüreğimizde hissetmediğimizde, siz medyada yer bulamadınız o yüzden sizlerden haberdar olamadık diyecek bir savunma Hakk’ın huzurunda bizi temize çıkarmaya yeter mi zannediyoruz? Ben yeteceğini düşünmüyorum.
Bu örneklere baktığımız zaman yüzeysel gündemlerin algılarımızı esir almasına müsaade etmeden bilinç ve şuur anlamında üst bir seviyede olmamız gerektiğine inanıyorum. Bu gayret isteyen bir durum olduğu için, bu konuyu önemseyecek olanların azınlıkta olacağı kuvvetle muhtemel. Ziyanı yok, yeter ki şuurlu olsun, şuurlu azınlıkların nelere vasıl olduğunu tarih bize gösteriyor. Ama bunun için önce “önemsemek” gerektiğini düşünüyorum. “Bunu yapsak ne değişecek ki” diye düşünmeden o şeyi yapmayı önemsemek gerektiğini düşünüyorum. Sonra “okumak” gerektiğine inanıyorum. Dinimizin ilk emri “Oku” hitabının muhatabı olduğunun bilincinde olarak medya ve internet dünyasını da içerisine alan, bunlarla yetinmeyip doğru kaynakları ve doğru insanları bulup bunları doğru okumak gerektiğine inanıyorum. Ve sonra da “düşünmek”. Önemsedikleri ve okudukları üzerinde tarihsel misyonuna muvafık şekilde “düşünmek”. Bakmak değil görmek, gördüklerini iyi analiz etmek ve bu analiz neticelerine göre konum almak ancak bununla mümkün bana göre.
Dünya üzerindeki zulümlerin bitmesi, herhangi bir yerde herhangi bir insanın insanca yaşaması adına bunun yadsınamayacak kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Bahsettiklerimiz, söylediklerimiz çok uzak bir noktayı ifade ediyor gibi görünebilir. Doğrudur, uzak olabilir lakin imkânsız olmasa gerek. Kaldı ki bu tecrübeyi geçmişte yaşamış bir milletin torunları olduğumuzu unutmayalım.
Yapmamız gereken, algılarımızı algılamamız gerekenlere odaklayarak algı oyunlarının fikir ve zihin dünyamızı sekteye uğratmaması için gayret göstermek, sorumluluk almaktır. Yaptıklarımız kadar yapabilecekken yapmadıklarımızdan, söylediklerimiz kadar söyleyebilecekken söylemediklerimizden de hesaba çekileceğimizi unutmayalım. Bu sebeple algılarımıza sahip çıkmak zorundayız.
Selam ve muhabbetlerimle.