ASIRLAR ÖNCESİNDEN MİLLİ BİR DERS: GÖÇ DESTANI
“Vaktiyle Türk yurdunda, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde, adına Hulin Dağı denilen bir dağ var idi. Bu dağda iki ağaç yan yana dururdu. Biri kayın ağacı idi. Bir gece kayın ağacının üzerine gökten ilahi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk hayretle oraya koştular. Işık, kayın ağacının üzerinde durdukça ağacın gövdesi şişti, şişti. Geceleri ordan çok güzel nağmeler işitilirdi. Tam dokuz ay on gün sonra ağacın gövdesi yarıldı ve içerisinde beş çocuk bulunan beş küçük çadır göründü. Halk ve halkın ileri gelenleri bu çocuklara büyük saygı gösterdiler. Çocuklardan en büyüğünün adı Sungur Tigin, en küçüğünün adı ise Bögü Tigin idi. İlerleyen yıllarda halk bu çocuklardan birini kağan yapmak istedi. Bögü Tigin diğerlerinden daha güzel, daha yiğit ve daha akıllı idi. Halk onu kağan olarak seçti. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla soyu da kağan oldu. Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Türklere kağan oldu. Kağanın Galı Tigin adında bir oğlu vardı ve bu oğlunu Çin prenseslerinden Kiu-Lien adında bir prensesle evlendirdi. Kiu-Lien sarayını Karakurum’daki Hatun Dağı’na kurdu. Bu dağın yakınlarında adına Kutlu Dağ dedikleri büyük bir kaya parçası vardı.
Günlerden bir gün Çin elçileri, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien’in sarayına geldiler. Aralarında konuştular ve “Türk ülkesinin bütün saadeti Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Onları yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden almalıyız” dediler. Böyle konuştuktan sonra Galı Tigin’e gittiler. “Siz bizim bir konçuyumuzla (prenses) evlendiniz. Bizim de sizden bir isteğimiz olacak. Kutlu Dağ’ın taşları sizin ülkenizce kullanılmamaktadır. Bize verin, biz onları değerlendirelim” dediler. Yeni kağan bu isteği kabul etti ve kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ, kutsal bir kaya idi ve Türk ülkesinin bütün saadeti bu kayaya bağlı idi. Çinliler kayayı sökmeye çalıştılar ama sökemediler. O zaman çevresine odun, kömür yığdılar. Büyük bir ateş yaktılar. Kaya iyice kızınca da üzerine sirke döktüler. Kaya paramparça oldu ve her bir parçayı alıp ülkelerine götürdüler.
Ne olduysa işte ondan sonra oldu. Türkeli’nin bütün kurdu, kuşu, hayvanı dile gelip ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kağan öldü. Ne var ki kağanın ölümüyle ülke felaketten kurtulmadı. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buğulaştı, toprak ürün vermez oldu. Günlerden sonra Bögü Tigin’in torunlarından biri kağan oldu. O zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan ne varsa hep bir ağızdan “Göç, Göç” diye çığrışmaya başladılar. Türkler bu çığrışmaları ilahi bildiler. Toparlanıp yola koyuldular. Yurtlarını bırakıp bilinmedik diyarlara göç ettiler. Sonunda adına Turfan dedikleri bir yere geldiler. Sesler burada kesildi. O zaman bu yere kondular, beş kent kurup yerleştiler. Adını da Beş-Balıg koydular ve burada yaşayıp çoğaldılar…”
Buraya kadar, İslamiyet öncesi Türk destanlarından biri olan Göç Destanı’nı aktarmaya çalıştık. Bilindiği üzere destanlar; milletlerin tarihinde unutulması mümkün olmayan olaylar üzerine söylenmeye başlayıp gelişimini asırlarca devam ettirmiş milli eserlerdir. Ortaya çıkması çok zor olduğu için her milletin destanı yoktur. Ancak tarihi süreçte Orta Asya’nın bozkırlarından yola çıkarak Viyana kapılarına kadar dayanan, “nizam-ı âlem” uğruna nice cihan devletleri kuran ve bu uğurda İkonyum’u Konya, Sangaryos’u Sakarya, Konstantin’i İstanbul yapan kadim milletimiz bundan müstağnidir. Bu sebepledir ki gerek İslamiyet’ten önce gerekse de İslam ile müşerref olduktan sonra nice destanlar, milli
edebiyatımızın birer hazinesi olarak bizlere göz kırpmaktadır. Ve milli mirasımızın geleceğe aktarılmasında birinci derece öneme sahiptirler. Anlatım ve olaylar olağanüstü olsa da, önemli olan destanın içerdiği mesaj ve vermeye çalıştığı derstir. Asırlar öncesinden nesillere kutlu birer çağrı niteliği taşıyan bu destanlara kendini muhatap kabul etmek, bize göre her ferdin milli bir sorumluluğudur. Biz böyle düşünüyoruz ve kendimizi milli destanlarımıza muhatap kabul ediyoruz. Yazımızın başlığını “asırlar öncesinden milli bir ders” olarak koymamız da bu sebeptendir.
Peki göç destanıyla ecdadımız bizlere ne anlatmak istemiş, hangi dersi vermeyi amaçlamıştır? Tabi bizim bir çıkarımımız var elbet. Lakin arzumuz her ferdimizin kendini bu çağrıya muhatap görmesidir. Bu nedenle destanın muhasebesini okuyucuya bırakma arzusundayız. Ancak “kutsal olana sahip çık ve onu hakkıyla muhafaza et!” mesajına her zamankinden daha fazla kulak vermemiz gerektiğine inanıyoruz. İçerisinde bulunduğumuz çağın özellikleri, bu düşünceyi salık veriyor bizlere. Peki nedir bu çağın özelliği? Onu da sonraki yazımızın konusu yapalım ve sonraki yazımızda göç destanını bu çağın özellikleri üzerinden müzakere etmeye çalışalım.
Selam, milli saadetimizin bağlı olduğu kutsalları kutsal olarak bilip sahip çıkma gayretinde olanların üzerine olsun.