Hak ile batılın tarihten bugüne süregelen mücadelesinde önceleri daha çok bedenler yani maddi vücutlar düşürülmeye çalışılmıştır. Fakat zamanla çok oldukları halde sayıca az olan topluluklar karşısında mağlup olanlar, önemli bir ayrıntıyı fark etmişlerdir. Bedenlerden ziyade ruhlar yani manevi vücutlar düşürülmelidir. Çünkü ruhlar yani manevi vücutlar kale gibi sağlam olduğu müddetçe, bedenlerin yani maddi vücutların düşürülmesi pek karşılaşılır değildir.
Farkında olalım veya olmayalım, özellikle inanan toplumlar olarak var olduğumuz günden bu yana bir “Ruhlar Savaşı”nın içerisindeyiz. Maddi vücutların zahmetsizce düşürülmesi için önce manevi vücutların düşürülmesini amaçlayan sinsi bir savaşın içerisindeyiz. Bu savaşa bedenlerden önce ruhlar düşer, yenilgiye uğrar, tutsak olur ya da tersine düşürür, yenilgiye uğratır, tutsak eder.
Savaşın genel olarak mahiyeti bu. Ortada bir savaş varsa bizler elbette kazanan yani düşüren, tutsak eden, yenilgiye uğratan tarafta olmamız gerektiğine inanıyoruz. Zira millet olarak tarihte var olduğumuz günden bu yana getirmiş olduğumuz kültür ve medeniyet birikimimiz galip gelmekten başkasına layık değildir. Lakin hal böyle iken, nice zamandır bu ruhlar savaşında genel itibarıyla düşürülen, tutsak edilen, yenilgiye uğrayan tarafa daha yakın seyrediyoruz. Ne yapıp etmeli, bu zinciri bir yerde kırmalıyız. Özellikle de millet olarak taşımış olduğumuz tarihsel misyonumuz icabı bizlere bundan başkasının yakışmayacağını düşünüyorum. Harcı, İslamiyet ile yoğrulmuş bir millet olarak daima çağdaş olan İslam medeniyeti ve bu medeniyetin sancaktarlığını yapan millet anlayışının zihinlerimizde, gönüllerimizde ve dünyamızda yeniden vücut bulması gerektiğine inanıyorum. Bu ruhlar savaşının galibi olmak için olmazsa olmazımız bu bana göre.
Bu kutlu zırhı kuşandıktan sonra sıra bilinç ve şuur anlamında her dem uyanık olmaya geliyor. Yani gündelik hayatın koşuşturmacasına kapılıp neyi neden yaptığını bilmeden günü tüketen değil; bu koşuşturmaca ne düzeyde olursa olsun attığı her adımın getirisinin ve götürüsünün farkında olacak şekilde bilinçli ve şuurlu olmak. Diğer bir deyişle, zamanın kıymetini bilmeye. Gününü gün etmek mi, yoksa gününü değerlendirmek mi?
Peki, gün nasıl değerlenir? Usta yazar Rasim Özdenören’in deyişiyle anlatalım: “Şimdi ömrünü bitmiş say, ömrün bitmiş de sen yalvarmış yakarmışsın, sana gözyaşların için cabadan bir gün daha vermişler. İşte şu anda da o bir tek son günün içerisinde bulunuyorsun. İşte o son günde ne yapacaksan her gün onu yapacaksın.” Gün ancak bu şekilde değerlenir. Ruhlar savaşından galip ayrılmak isteyen bir dava eri, elbette gününü değerlendirmenin çaba ve gayreti içerisinde olacaktır, olmalıdır.
Bundan sonrası da mücadeleye, yılmaz yorulmaz ve yıkılmaz bir azimle çalışmaya kalıyor. Kendi ruh savaşını kazanma gayreti içerisinde olan kişi imanının bir gereği olan toplumsal sorumluluğu icabı, çevresindekilerin de ruhlar savaşından galip ayrılmaları için sürekli bir mücadele içerisinde olmalıdır. Bu mücadele öyle ümîd ederim ki çevresindekilere fayda sağlarken kendisini de ebedi saadete ulaştıran bir vesile olacaktır.
Bunun hiç de kolay bir iş olmadığının farkındayım. Değişim isteyen, dönüşüm isteyen, çaba ve gayret gerektiren bir süreçten bahsediyoruz. Zor, zahmetli ve meşakkatli görünüyor lakin Allah Rasulü’nün “Cennetin yolu zorluk ve meşakkatlerle kuşatılmıştır” sözünü de unutmamamız gerek.
Selam ve dua ile…